GüncelMakale

KAMİLEYKEN CAHİDE | Dayan öfke ile, dayan umut ile, güç ile… Gidecek yeri, yaşamaya değer hayatı biz inşa edeceğiz!

Kafamdakileri kaleme alabilmek için bir yıldan fazla zaman geçmesi gerekiyormuş. Konuşmanın, yazmanın yani sözün gücüne ve etkisine inanan insanlardanım sanırım, bu yüzden de yaşadıklarımı/hissettiklerimi yazmadan, beni anlayabileceğini düşündüğüm insanlarla paylaşmadan yoluma çok devam edemiyorum. Yolumdaki taşları eğilip incelemekten yolun geri kalanına yürüme mecali bulamıyorum. Bugün biraz anlatmaya çalışacağım, çünkü bugün tam bir yıl oldu.

Bugün tam bir yıl oldu. Bir yıl önce bugün, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insandan biri olan Sibel, gecenin karanlığında kayalıklardan Samatya’nın soğuk sularına bıraktı kendisini. Daha önce defalarca denediği intiharı, bu kez geri dönülmez bir şekilde hayata geçirdi. Ondan geriye bir çanta, bir mont kaldı kayalıklar üzerinde…

Her Samatya sahilinden geçerken kayalıklara bakmak, o günden kaldı sanırım. Hızlı adımlarla bir kayalıktan diğerine atlarken Sibel’i ve intiharı bir kez daha düşünüyorum. Hava Aralık’ın son günlerine yakışmayacak denli güneşli, sıcak. Yaşamın kalabalık ve mis kokulu sabah sesleri, intiharın soğuk çağrışımlarını alıp götürse de, bir yıl önceki ruh halimi anımsamaya çalışıyorum. Sibel’i de…

Tükenmişlik, yorulmuşluk, yıpranmışlık… Hayatın hangi alanında olursanız olun; bu erkeklikten, sermayeden, üstün ırk-renk-cinsel yönelimden beslenen sistemin mutlak bir dönem (hatta bazılarımız için çok bazılarımız içinse her dönem) omuzlarına bindirdiği yüklerden. Doğamıza uygun olmayan ve bizi gitgide kendimize, ait olduğumuz eko sisteme yabancılaştıran bu erk-ek sermaye düzeninin yarattığı “hastalıklar” bunlar ve emin olalım ki, koronavirüs dahil olmak üzere tüm pandemik hastalıklardan çok daha küresel, yaygın, bulaşıcı ve öldürücü…

İşte tam bunların yükü ile baş etmeye çalıştığım, başlangıçta yalnızca kendime ait hastalıklar-yetmezlikler zannettiğim ve aklıma sahip çıkmakla delirmek arasında gidip geldiğim ince ipte yürümeye çalıştığım dönemlerde tek çıkış yolu, intiharın o karanlık ve soğuk kolları gibi geliyordu. (Asla unutmayacağım) Furkan(1), geride bıraktığı mektubunda diyordu ya, “Kendimi zamanla duygusuz bir insana dönüşüyormuşum gibi hissediyorum. Bunlar bana göre değil ben böyle olmak, hayatımın geri kalanına duygusuz bir insan olarak devam etmek istemiyorum. Sorumluluk almak istemiyorum. Bir araba, bir ev veya herhangi bir şey uğuruna yıllarımı aylarımı harcamak istemiyorum. (…) Bir şeyler uguruna bunca sorun yaşamak bana mantıklı gelmiyor. Bunun yerine her şeyi arkada bırakıp gitmek, her şeyi kapatmak daha mantıklı geliyor. Aslında hiçbir şey için yaşamıyorum. Yaşamak için bir nedenim bir amacım yok. İnsanların yoluma sürekli taş koyup beni yoracaklarını biliyorum, bunun için çabalamak istemiyorum.” İşte tam olarak bunu yaşıyordum.

O günlerde Sibel’in bedeni, Samatya sahiline vurdu. O an, Sibel ile aramda sadece bir atımlık cesaret vardı. Kayalıklardan atlarken, o soğuk duygu bir an zihnimi yalayıp geçti, ürperdim. Sibel’i, Furkan’ı ve hala yaşamla ölüm, akıllıkla delilik arasındaki ince ipte sallanan binlerce insanı bu noktaya getiren bütün o baskıya, dayatmaya, yabancılaşmaya öfkelendim. Kayalıkların bir suçu yoktu ama o an elimden onları dövmekten başka bir şey gelmedi. İşte o vakit, yazmanın/paylaşmanın/konuşmanın zamanıdır diye düşündüm.

Hiçbir yere gitmiyoruz, güç ve umut ile dayanıyoruz!

Furkan gibi geriye bir mektup bırakmamıştı Sibel. Ama sosyal medyada kullandığı “Comrade Ulrike” isimli hesabında yaptığı paylaşımlarda intiharı ören köşe taşlarını görmek mümkündü. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 3. sınıf öğrencisiydi Sibel ve eşinden ayrılmış annesi, kız kardeşi ile birlikte yaşıyor, zorlukla okuyordu. Her ne kadar devlet sonrasında aileye baskı yaparak kesinlikle yoksul olmadıklarını, aylık 10 bin lira gelirleri olduğunu açıklatsa da, on milyonlarca insanın açlık sınırı altında yaşadığı, asgari ücretin açlık sınırı altında olduğu ülkede buna inanmak mümkün değildi. Keza Sibel de, yemekhane kartında 1 lira 40 kuruş olduğundan dert yanıyordu.

Aynı hesabından “Gidecek bir yerim yok, yaşanmaya değer bir hayatım da” dediğinde henüz 20 yaşındaydı Sibel… Okuyor, geçinmeye çalışıyor ve her şeye rağmen hayatta kalmaya çabalıyordu. Ancak bu sistem gidecek yerlerini de, yaşam değerlerini de elinden aldı. “Psikolojik sorunları vardı” denilerek üzeri örtülmeye çalışılan geleceksizlik, belirsizlik, değersizlik, eşitsizlik, ayrımcılık ve kadına dayatılan güzellik normları cenderesinde hangi akıl sağlığıyla ayakta kalabilecekti ki? Furkan diyordu ya, “Benim bunları karşılayacak ne gücüm ne de umudum var”ken hem de…

İntiharlar(2) hala sürüyor… İşçiler, işsizler, kadınlar, gençler, yaşlılar… Yani hepimiz, yani milyonlarca insan bu tehdit altında, bu ince ip üzerinde yürüyoruz. Milyonlarımız bu düzene anti-depresanlar eşliğinde tahammül edebiliyor. “Psikolojik sorunlar” değil; pandemi süreci, bu sürecin yine bu düzen tarafından fırsata çevrilmesi gibi durumlar toplumdaki intihar eğiliminde ciddi bir artışa yol açıyor. Salt, pandemi yasakları kapsamında kafe ve barların kapatılması gibi anlamsız sınırlı bir yasağın sonucunda belirsizliğe ve yoksulluğa itilen yüzlerce müzik emekçisinin intihar etmesi bile düzenin pandemiyi ele alış şeklinin bizler açısından nasıl sakıncalı olduğunu gösteriyor. Eline “iş-aş” yazarak, iş ve borç kapısı olarak gördüğü yerler önünde kendini yakarak intihar eden her bir insan, bu gerçekliği bir kez, bir kez daha anımsatıyor; soğuk bir ayaz gibi yüzümüzü yalıyor bu gerçekliğin milyonları insanı getirdiği o çaresizlik anları…

Egemenler çözümü intihar gerçeklerini gizlemekte, “profesyoneller”(3) “psikolojik sorunları” inceleyip intihar haberlerinin tetikleyiciliğine vurgu yaparak olayı bireyselleştirmekte bulurken; bununla ilgili konuşma, tartışma ve buna karşı bir şeyler yapma ihtiyacını yoğun şekilde hissediyorum. İntiharların kimilerinin çok öne çıkarak gündemi buradan yönlendirmesini beklemek, intihar gibi bir sonuç açığa çıktıktan sonra sonuç odaklı politika üretmek gerekli ama asla yeterli değil, bunu daha fazla tartışmalıyız diye düşünüyorum.

Bunu da kadın hareketi içerisinden doğru yapmanın yaşamsal olduğuna da inanıyorum. Çünkü; birincisi; nefes kanallarımız tıkanır, bu erk-ek sömürücü düzen her geçen gün gırtlağımıza daha fazla çökerken bize nefes aldıran kadın odaklı politika ve eylemler üreten kadın hareketi bu konuda daha fazla deneyime, esnekliğe sahip. İkincisi; egemenlerin kadın emeği ve bedeni üzerinden yürüttüğü politikalar intihara giden yolu döşüyor, her cinsel yönelimden insan bu kalıplara sıkıştırılmaya, kadın emeğinin yok sayılması ve güvencesizleştirilmesi politikalarından öğrendikleri ne varsa bir bütün emeğe dönük çalışma düzeneklerine yedirilmeye çabalanıyorken, buradan başlamanın dişliyi kıracağı açıktır. Üçüncüsü de güvencesizlik, geleceksizlik, değersizlik, belirsizlik, güzellik-estetik kalıpları ilk kadının yaşamında beliriyor, bize dayatılıyor ve bu yüzden de hayatta kalma mekanizmalarını daha fazla ve çeşitli şekillerde öğrenmeye başlıyoruz. (Bu öğrenmeyi neden mücadeleye dönüştüremeyelim ki!?)

Peki nereden başlamalı? “Comrade Ulrike”nin de dediği gibi “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlemek”le başlamalıyız. Öfke, içinde isyanı ve çareyi de barındırma potansiyeline sahip çünkü. Öfkeyi örgütlemek, birbirimize ulaşmak-dokunmak, dayanışma ağları ve atölyelerle bu konudaki farkındalığı artırmak, her birimizin “psikolojik sorunlarının” aslında ne kadar toplumsal ve düzenin yarattığı hayatta kalma yöntemleri olduğuna dikkat çekip buna daha profesyonel destekler eşliğinde alternatifler yaratmak ve bıkıp-usanmadan bu sorunların ana kaynağını işaret etmek ve elbette işaret etmekle sınırlı kalmamak…

(Sibel için) Gidecek yeri de, yaşamaya değer hayatları da bu sistem bize sağlamayacak, bunu ancak biz yaratabilecek, inşa edebileceğiz. (Furkan için) Bunu inşa edecek gücü ve umudu şimdiden ve birlikte yaratabiliriz. Nasıl mı? (Leyla Güven’den esinle) Hiçbir yere gitmeyerek, hiçbir soğuk suyun derinliğine kendimizi-birbirimizi bırakmamıza izin vermeyerek, birbirimizi elimizden-omzumuzdan tutup ayağa dikerek, ama içeride ama dışarıda…

Kamileyken Cahide

 

(1) Henüz 18 yaşında bir kargo emekçisi olarak çalışan Kocaeli-Darıcalı Furkan Celep, geriye adeta bir manifesto niteliğinde mektup bırakarak 24 Eylül 2020 tarihinde intihar etti.

(2) Özellikle kadınların katledilip ardından “intihar etti” görüntüsü verilmek suretiyle işlenen cinayetler hem bu kapsam hem de bu yazının konusu dışındadır.

(3) Toplumsal sınıf, cinsiyet, ırk vd. gerçekliklerinden uzak ve bireyci değerlendirmelerle mesleklerini icra eden psikolog ve psikiyatristlerden bahsediyorum. Ayrıca intihar haberlerinin pornografikleştirilmesinin ve belli ana noktalardan koparılmasının elbette tetikleyici etkileri var ama çözüm olarak bunları yok sayılması ve üzerinin örtülmesine giden yolun örülmesine itirazım var.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu